Kayıtlar

Devrimci Safları Sıklaştıralım - Bölüm 2

Beden, Nefes ve Bilinç: Travmanın Ötesine Bir Adım Yarım saat haberleri izleyip Türkiye’de ve dünyada olan bitene kafa yorunca agresifleşmemek elde değil. Gençliğimizin en ateşli savunmasını yaptığımız Gezi’de geri çekilişimiz, sonrasında yaşadığımız çöküntü, asla yeniden yapılanamama... “Gezi ruhu” deyip deyip bireyselleşme kıskacında takılı kalmak… bunu aklımızda tutalım, çünkü lazım olacak. Devrim için önce sinir sistemini anlayalım: beynimiz gerçekte ne olduyla değil, ne düşündüğümüzle ilgileniyor. Dolayısıyla medya aklımızı ele geçirdiğinde “tehlikedeyim”, “dövüşmeli miyim şimdi?” yoksa “kaçalım mı?” ya da “en iyisi susup saklanmak” tepkileri arasında gidip geliyor. Normalde müthiş hayatta kalma stratejileri olan bu tepkiler (devrimlerin kaderini de belirliyor) sinir sistemimizin dayanım aralığı dar olduğunda yerli yersiz ve hızla aktive oluyor. Bu noktada kişisel gelişim endüstrisinden bu bilgileri kendi avantajımıza kullanalım; sinir sisteminin dayanıklılığını nasıl artıra...

Arzuların İkrah Saatinden Devrime – Bölüm 1

George Orwell’a göre sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir. Bu topraklardan konuşacak olursak gerçeği söylemek imandandır, içinde tutmamak ise ibadettir derim. Bu yazı akıldan bedene, sözden harekete davet eden devrimci bir ibadettir. Yayımlandı: DeliKasap, 15 Ocak 2020 Not: Bu yazı, yazıldığı dönemdeki eleştirel ve polemik tonu korunarak editorial düzenlemeden geçmiştir. Arzuların İkrah Saatinden Devrime – Bölüm 1 Arzu Uzunali bir podcast yayınlamış. Arzu benimkine çokça zıt dünya görüşü, kadınlık üzerine kendine has fikirleriyle bana çok ışık olmuş bir hanım yazar. Ayrıca gördüğüm en iyi, kötü gün dostudur. Kızımı doğurduğum gün annemle aynı anda girmişlerdi kapıdan, birlikte gözyaşı dökmüşlerdi tanık oldukları mucize için. Bana kalırsa müthiş bir terazisi var, hayatı ne çok ciddiye alır ne de boş verir. Blogu atgotten.blogspot.com çok sevilmiş, sıkı takipçiler edinmiş bir blog. Artık yazmak kesmemiş olacak ki geçtiği...

Bir Fetüsle Konuşmak ve Anneyi Doğurmak

Bu yazıda hiç fotoğraf yok. Bölünsün istemiyorum çünkü. “Bebeğinle konuş” deyince kulağa biraz romantik geliyor, kabul. Ama bu, çoğu zaman gerçeklikten kopuk, pembe bir dünya görüşü dayatmasının parçası haline geliyor. Oysa tam da bu yüzden, kadın → anne bağlantısı sekteye uğruyor ve doğumdan sonra birçok kadın anneliğini özgürce yaşayamaz hale geliyor. Bu yüzden “Fetüsle konuşun” dedim. Çünkü bir annenin doğması için, önce onun sesine kulak vermek gerekir. -Doğum iznim bitti, ücretsiz izne çıktım. İşe dönüp dönmeme konusunda kararsızım. Geçen gün ajansa uğradım, kızları gördüm. 5 yeni anne arkadaşım işe dönmüş, benim de işe geri dönmem gerektiği konusunda tavsiyelerde bulundular. Kimisi evin kirasını, kimisi benim maddi plansızlığımı, kimisi de artık anne sütüne ek gıdalarla beslenen 6 aylık bebeğimin bana eskisi kadar ihtiyaç duymadığını gerekçe göstererek… Bu önerileri yanlış anlayacak ya da yabana atacak değilim, kendileri için düşündüklerini benimle de paylaştılar bir yerde…- ...

Bebekler Wireless Bağlanamıyor - Memeye Takın

Aslında onlar yapabiliyorlar da bence ama biz algılayamıyoruz. Çünkü çok fazla uyaranımız var. Şimdi burda hepsini sıralamiyim. Ben söylemeden yüz tane sayarsın. Anne, kayınanne, bebeğin babası, koca, televizyon, doktor, facebook, instagram, para, havalar… Biz ne halde olursak olalım bebeğin yine de bağlanmaya ihtiyacı var. Bu bağlantıyı şarja takılı bir bilgisayardan wireless bağlanmak gibi hayal edin. Yani gerçekten şarj olup update almaya ihtiyacı var bebeğin. Fiziksel bağlantı yani şarj olmak için için annesinin memesine, wirelessla update almak için annesinin zihnine ihtiyacı var. Kaliteli bir bağlantı için ana makinanın tüm “gerçek” ihtiyaçlarının karşılanması gerek. İyi beslenme, iyi uyku, esnemiş açık bir beden, sosyalleşmek, dengeli özel hayat. Tabii evinin elektriği, suyu, doğalgazı vs de açık olmalı. Mümkünse borcu olmasın. Ya da ne derdi olursa olsun bebeğiyle buluştuğunda o düşüncelere biraz olsun yol verebilsin. Makina olmaktan çıksın. İnsan olmanın ederini yaşasın. Ha...

Benim Anne Olmaklığım

Resim
Kabul edin.  Onların en büyük hakkı gerçek bir “anne”ye sahip olmak.  Ama yanlarında bir dayatma,  kitap yığını ya da kirli internet bilgisi buluyorlar. Aslında karmaşık hiç bir şey yok. Ne doktorların bilebileceği, ne arkadaşınızın önereceği, ne de televizyonda gösterilebilecek bir bilgi yok. Anne sensin, çocuk senin çocuğun. Anne ne bir doktor, ne bir teyze ne de bir uzman olabilir… Tüm bu insanlar, annenin hissedebileceğinin onda birini söyleyemez. Eğer ben bebeğimi bu kadarcık bilgiyle büyütürüm arkadaş diyorsan hay hay.. Yok ben daha fazlasını istiyorum diyorsan kapa kulaklarını, gerekiyorsa gözlerini de kapat ve iç sesine odaklan.  Bunu yapmak gerçekten zor biliyorum ama bebeğinle bağlantıyı kurduğun an hayat çok daha kolay olacak.   Her Şey Dokunmakla İlgili… Ona özgürce dokunduğunda bağ da oluşmaya başlıyor.  Muhtemelen bu maymun bebeğini kaç kere kucakladığı ne kadar kucağında tuttuğuyla ilgili hiç eleştiri almıyor. Bebeğiyle uyursa bebeğini öldüre...

Enaktodlar goltugun altında galıp beni ara #2

Resim
Babam & Pisagor “Hayat ve sahip olduğumuz her şey, 9 farklı rakamın farklı varyasyonlarından başka bir şey değil, bir de 0 var… Yani çok büyütmeyin.” – Selahaddin Subaşı Lütfen Beni Aşık Etmeyin Her insan birbirinden farklı. Uzaktan ayrı, yakından ayrı… Bu çeşitlilik büyülüyor beni. Fark ettikçe ufkum genişliyor, zihnim açılıyor. İnsanın renklerine merhaba deyin; yargılamayı bırakıp barışmayı deneyin. Ölüm Var Abi! Geçenlerde annem, bir sohbet arasında Hz. Ömer’e ait bir hikâye anlattı. Hikâyeye göre Hz. Ömer, işsiz bir adamı işe alır ve ondan her sabah gelip “Ölüm var ya Ömer” demesini ister. Karşılığında ise her sabah bir altın verir. Bu böyle günlerce devam eder. Bir gün yanındakilerden biri bu durumu anlamsız bulup sebebini sorar. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Bu iki kelime, gün içindeki tüm davranışlarımı etkiliyor.” Yıllar böyle geçer… Ta ki Hz. Ömer’in saçında bir tel beyaz saç çıkana kadar. Bizim de saçımızda beyaz teller belirene kadar iş görecek bir...

Billboard Yaşantısı

Son zamanlarda… hayatı sadece billboardlardan takip edebiliyorum… Etkinlikler, yeni çıkan kitaplar, haberler, protestolar, alkışlar — her şey orada. Kendime ait yegâne zaman: iş–aşk–aile üçgeni arasında yolculuklar. Hepsine de geç kalıyorum zaten. Tek yapabildiğim, kaçan zamana bakıp üzülmek… şimdilik. Bir an düşündüm: Yaşayamayacağım bir hayat içinse, neden bu kadar çalışmak, çaba?

Vivaldi’yle Uyuyup Piazzolla’yla Uyandık

Resim
Buse'den haber geldi: konser var! "Astor Piazzolla çalacağız" dedi, başka bir şey sorgulamadan konser günü koşarak dinlemeye gittik. Akbank Oda Orkestrası'nın CRR'daki programı Cem Mansur'un sohbetiyle başladı. Ne hoşsohbetmiş Cem Mansur… Sahici bir sanatçı çıktı sahneye, samimi. Onu ciddi sert bulurdum uzaktan. Hoşsohbet ve tatlı espriler ciddi yüzüne çok yakışmıştı... Keyifle aktardı tüm bilgilerini: konser programının nasıl ortaya çıktığını, parçaların içeriklerini… Programın adı: “Suyun Kıyısında Yaşam ve Ölüm” İki ustanın, Antonio Vivaldi ve Astor Piazzolla’nın “4 Mevsim”i. Öğrendiğim ilk bilgi, bu iki eserin aslında birbiriyle hiçbir bağlantısı olmadığıydı. Oysa ben hep bir bağ kurmaya çalışmışımdır. Programın “suyun kıyısında” başlamasının diğer bir sebebi de şuymuş: Piazzolla da, Vivaldi de gerçekten su kenarında yaşayıp ölmüşler. Biri Buenos Aires, diğeri Venedik. Birinde yaz, diğerinde kış… Bu yüzden konser Vivaldi’nin Yazı, Piazzoll...

Gün Ortası Kabusu – beyin suyumun aktığı gün

Resim
Temmuz sıcağında dükkânda işler durgun. Klima yok, dövme kuyruğu her zamankinden daha kısa (yani yok). Fırsat bu fırsat dedim, dükkanı ustaya kitleyip Fethiye’nin tarihi köylerini, doğal güzelliklerini keşfe çıkalım. Hisarönü’nden bir minibüsle Karaköy mevkiine geçtik. Rumların tepelere, Türklerin düzlüklere ev yaptığını burada öğrendim. En azından bu bölgede durum böyleymiş. Rumlar bölgeden ayrılınca yüzlerce ev kimsesiz kalmış. Bölgeye yerleşen Türkler, evlerden sökebildiklerini alıp düzlüklere kurdukları yapılarda kullanmışlar. Böylece ortaya hayalet bir köy çıkmış. Ama bu köyü, bu terk edilmişliği öyle rasyonel düzlemde düşünmeyin. Şöyle düşünün: “Yıllar içinde peyderpey acılarla terk edilmiş, gizemli bir köy.” Kayaköy’de yürürken insan ister istemez tribe giriyor. Temmuz sıcağı bir de güneş beyne geçince, halüsinasyonun kralı yaşanıyor beyin sapımızda. Köyde kimsecikler yok. O gün, o sıcakta keçiler bile yok. Bir tek biz varız. Her evden bir tıkırtı... Dışarının...

Kavak Yelleri Yıldızını Arıyor!

Dışses: Ağla! Boğaçhan: Böhüüüüüüüü! Kavak Yelleri’ne bayılıyoruz! İpana için yarattığımız "Kavak Yelleri Yıldızını Arıyor" kampanyasında dizi kadar eğlendik. Kampanya için, normal vatandaşın Pelin Karahan'la karşılıklı rol alabildiği bir platform oluşturduk. Direct marketing dedik, oldu. Önden verilen basit bir senaryo girişiyle herkes kendi oyunculuk yeteneklerini keşfetti, çok tatlı bir hatıra elde ettiler. Katılanların kimisi, kendini Pelin'e affettirmeye çalışırken; kimisi Pelin'in bozulan ilişkisi için ona akıl hocalığı yaptı. Pelin'i suçlu bulanlar da var, arka çıkanlar da… İzlediklerim arasında favorim, Boğaçhan isimli arkadaşın ilişki kurtarma tekniği ve dramayı yükseltip ağladığı video oldu! Allah Boğaçhan'ın sevgilisine sabır versin , şeytana pabucunu ters giydirir bu çocuk :) Kampanya web sitesi: gulusunlebuyule.com Tüm videolar: Vimeo – Kampanya Arşivi edit: sonradan kampanyanın case videosu: