Pazar, Aralık 27
duygulu piyanist, çılgın şef
Perşembe, Aralık 17
Kuliste fısfıs da fısfıs!!
Çarşamba, Kasım 25
Festival festival üstüne, müzik benim üstüme
Neyse asıl konum 10. Antalya Piyano Festivali:Küçücük bir kız Mendelssohn'un keman konçertosunu çalıyor... Parça üzerine bir kaç beden büyük gelse de belli ki gelecek vaadediyor genç hanım. Küçücük parmakları kemanının üzerinde koşarken öyle heyecanlı ki! Antalya Piyano Festivali'nin asıl genç yıldızları piyanistlerden oluşsa da bu genç hanım fazlaca dikkatimi çekti doğrusu.
Cuma, Kasım 6
İstanbul'da Efes Blues Rüzgarı
Festival ay sonundaydı ve malum ekonomik olarak ayın ortasında kriz yaşayan biri olarak katılamayacağım için üzülüyordum. Neyseki friendfeed'de Efes Pilsen'in çeşitli sorular sorarak bilenlere davetiye dağıttını gördüm. Hayır ben biletimi soru yanıtlayarak almadım, soru yanıtlamak için takip etmeye başladığım Efes'in Twitter'daki 200. takipçisi olduğum için aldım:)
Kapının 18.30'da açıldığı etkinlikte saat 21.00'a kadar konserin başlamasını beklemek cidden sıkıcıydı ki adı Efes Blues Festivali olan etkinlikte 50cc'lik biranın 7TL olması cidden sinir bozucuydu... Öte yandan konser başlayana kadar misafirleri oyalacak birşey de yoktu.
Zaman geldi ve Ray Schinnery sahnedeydi. Gitarından dökülen mavi melodiler, yorgun siyah sesiyle birleştiğinde keyfime diyecek yoktu doğrusu. Ray Schinnery, müziği bir kenara seyirciyle kurduğu sağlam iletişimiyle de görülmeye değerdi. Sahnedeki yalnız siyah adam sahneyi doldurdu ve dinleyenleri kendine bir kere daha hayran bıraktı. En azından ben onunla müziğe doydum ve konserin geri kalanda onunla olduğu kadar keyif almadım.
Sahne önüne geri döndüğümüzde Terry Evans çoktan yerini almış, ilk parçasını çalmaya başlamıştı bile. Yanındaki gitaristin adını bir türlü öğrenemedim ama beni benden aldı gerçekten çok iyiydi. Terry Evans performansında cidden kulak kesildiğim yerler onun solo attığı dakikalardı.
Yanımdaki bir grup çılgınlar gibi gitaristin adını haykırdılar ama anlamayadım bir türlü. Fazla coşkululardı bölmemek için soramadım da.
Terry Evans neşesiyle içimizi ısıtıp, müziğiyle coşturup eğlendirdi. Sahne sırası Shemekia Copeland'a geldiğinde cidden yorulmuştum. Onun şahane sesine rağmen bitse de gitsek diye düşünmekten kendimi alamadım, bu yüzden yaşadığım vicdan azabı da cabası:)
Shemekia Copeland performansının en çok akılda kalan kısmı babannesiydi sanırım. En azından benim için. Sık sık babannesinden bahsedip, ne kadar iyi ve nasıl Türk dostu bir kadın olduğunu anlattı. Ha bir de sürekli Türklerin harika insanlar olduğunu söyleyip duruyordu. Biri gözünü mü korkutmuş kızcağızın nedir, anlamadım. Çok iyi bir sesi ve iyi bir sahne performansı vardı. Terry Evans gibi onun da gitaristi şahaneydi. Sanırım İspanyol'du adam. Sahnede Shemekia'yla şakalaşmaları sevimliydi.
Ha nerdeyse dans eden yaşlı beyefendiden bahsetmeyi unutuyordum. Performansın başında hemen önümüzde oturmuş normal normal müzik dinliyordu. Terry Evans'ın sahneye çıkmasıyla birlikte kendini ortalığa attı ve inanılmaz figürlerle dans etmeye başladı. Bir ara onu seyretmekten sahneye bakamadım. Eline geçirdiği genç kızların ayaklarını yerden kesiyordu. Hatta iki tane gencecik kız yetişemediler hızına. Dedim herkesi cebinden çıkaracak enerjiye sahip:) Şöyle ki;
Sonuç olarak, eğlenceli bir festival geçirik. Okumaya üşenenler için şöyle özetleyeyim:
- Ray Schinnery müziğe doyurdu
- Terry Evans dans ettirdi
- Schemekia Copeland güzel sesiyle kulaklarımıza bayram ettirdi.
- Biralar pahalıydı
- Yağmur yağıyordu
- Bira şişesi adamlar yoktu
Teşekkürler Efes:) Nice 20. senelere..
Fotoğraflar Murat Küçükosman'dan. Devamı
Efes Blues Festival
Salı, Ekim 13
Cem Adrian - Nereye Gidiyorsun?
Gündüzdü, geceydi... yine şaraptı ve biz yine güzeldik..
Güzel şarkılarla inletirdik duvarları, Cem Adrian çalardı geceler boyu. Müzik listesinin olmazsa olmazı: "Nereye gidiyorsun"
Biz uzakta olanlar olarak, terkedilen bizmişiz ve genç omuzlarımıza yıllar binmiş gibi içlenirdik. Öyle coşkulu, öyle melankolik...
Önce kadehler elde, sonra şişeler ağzımızda, son yudummuşcasına bir damla bile kaybetmemeye dikkat ederek özlemin, acının, açlığın, uzak aşkın ve aşksız şehvetin dansını ederdik...
Şu sözlerle:
Çocuk...
Sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin.
Topla kalbini cadde cadde, sokak sokak...
Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından...
Bakma yüzlerine hiç...
Görme onları...
Çocuk bu kez ağlama...
Bu kez git.
Gölgeni, ismini sil yavaş yavaş...
Giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının...
Kalbini, kendini sök yavaş yavaş...
Giderken bu kentten sakın ağlama sus...
Unut!
Ne yaptı sana!
Unut!
Ne söyledi!
Unut!
Ne varsa vazgeçtiğin...
Yüzünde korkularla...
İçinde çığlıklarla...
Kalbinde simsiyahlar…
Nereye gidiyorsun?
Hep bu şarkılarla...
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Nereye gidiyorsun?
Yolları, duvarları geç yavaş yavaş...
Giderken bu kentten bir piç gibi bırak yalnızlığını...
Ve o siyah saçlarını kes yavaş yavaş...
Giderken, terk ederken savur yüzüne yalnızlığının...
Ve unut ne yaptı sana!
Unut neler anlattı!
Unut ne varsa vazgeçtiğin!
Yüzünde korkularla...
İçinde çığlıklarla...
Kalbinde simsiyahlar…
Nereye gidiyorsun?
Hep bu şarkılarla...
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Nereye gidiyorsun?
Bu sahte baharlarla,
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Yine mi gidiyorsun?
Çocuk...
Her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği...
Ve her gözyaşının altında bir dua kimsenin duymadığı...
Çevir gökyüzüne başını...
Bakma arkana!
Daha sert basa basa, daha güçlü!
Anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla!
Gitmek yenilmek değil kazanmak da!
Gitmek gitmektir işte...
Hepsi bu.
Az önce friendfeed'de biri paylaşmış şarkıyı, adına dikkat etmedim, sadece Cem Adrian olduğu için açtım. Daha ilk tınıda, o mutfağın bahçeye bakan camlarını açtığımda yüzüme çarpan rüzgarın kokusu doldu burnuma. Sonra da bir yaş gözüme.
Hepsi bu.
Çarşamba, Eylül 9
Elif Çağlar ve Curly Trio
Bossa Nova bir şarkıyla başlayan Curly Trio performansı Kerem Türkaydın'ın gitar ve Kağan Yıldız'ın baskın kontrbass sololarıyla keyfimize keyif kattı.
Performansın ilk yarısını asma kattaki masamızda dinledik. Ara sırasında tuttuğumuz nefesleri koyverip içkilerimizden birer yudum içebildik ancak. Elif Çağlar'ın doğaçlamaları, sesinin belki de sadece yarısından azını kullanarak söylediği şarkılar içimize işlemişti... Performansın ikinci bölümünde onun çekimine dayanamayıp garsona baskı yaparak sahne önündeki küçük masaya yerleştik. İkinci ya da üçüncü parçaydı sanırım, Elif Çağlar sesini açtı ve o küçük masadaki üç kişinin gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı.
Performans sonunda arkadaşım Batu'yla geçeceği yolu tıkayıp gitmesin diye dua ettik... Olmadı, böylece Nardis'in asma katında izlemeye başladığımız performansı sahne önündeki masada bitirdik.
Nardis'ten çıktık, uzun zaman konuşamadık..
Pazartesi, Mayıs 18
Bak ben varım orda. Onlarca, yüzlercesinin arasında. Kanat çırpıyorum kendi semalarımda, öylesine dingin ama heyecanlı.
Evimde olmanın verdiği huzur hiç birşeye değişilmiyormuş. Başkasının göğünde kanadım yorulurmuş. Hep şikayet ettiğimiz uzak yüzler yine uzak ama bizim yüzlerimizmiş ya, varsın uzak olsunmuş.
Sonra, nerede olduğumun -farkında-lığının heyecanı üzerimdeki. Bu toprak, bu güneş, bu deniz, bu hava... Başkaymış İstanbul'un bahar havası. Hani içine çekersin, küçücük kalbinden yüzlerce kelebek havalanır ya; sevda kokar, dostluk kokar buram buram...
Her gün ilk kez görüyormuşcasına, hergün yeni bir şehre merhaba dercesine çırpıyorum kanatlarımı bu şehirde. Her gün yeni birşey öğrenip, hiç bilmediğim bir şehir efsanesine kulak kabartabiliyorum. Hiç olmazsa kendi efsanemi yaratıyorum: İlham Perisi denen şey zaten İstanbul'muş. Bak ben varım orda. Onlarca, yüzlercesinin arasında. Kanat çırpıyorum kendi semalarımda, öylesine dingin ama heyecanlı.
Kadıköy'den havalandım bugün, takıldım bir vapurun yan tarafına, yolcuların üzerinde gözlerim. Ta içime işlemiş bu yüzler bambaşka yönlere, bambaşka hayallerle bakıyorlar şimdi. Hayallerinin renkleri, içlerindeki şarkının notalarıyla dans ederken, sabah soğuğu yemiş yüzlerindeki sıcacık çizgiler daha bir belirginleşiyor sanki. Öyle şanslıyım ki, eşlik ettiğim bu yolcuların içindeki şarkı bitmemiş, kulağıma gelen melodiler içimi ısıtıyor, kanatlarıma enerji akıtıyor, vapurla yarışırcasına kanat çırpıyorum yolcuları gözden kaçırmamaya dikkat ederek.
Her biri birbirinden farklı ama aynı vapurda, aynı limana doğru gidiyorlar.
Ve seviyorlar; kendilerini, diğer insanları, beni, rüzgarımı, İstanbul'u, Barış Manço'yu, bu vapuru, ekmek arası beyaz peynir ve tatlı kolayı(Volkan!), bitmeyen şarkıları, uzun sohbetleri, rakı kokusuna karışan akşam yemeklerini, kulağı dolduran o şarkının dirilttiği ruhu, gökyüzüne bakmayı, sevilmeyi, evet demeyi, güzel olan herşeyi..
Ve biliyorlar; yarin güzel gözlerinde kaybolmayı, bir iki kırık şarkı mırıldanmayı, kazanmayı, kaybetmeyi, fark denen şeyin koca bir yalan olduğunu, ev denenin dört duvar arası olmadığını, sır saklamayı, sevmeyi, eğlenmeyi, bazen dansın kaçınılmaz ve gerekli bir şey olduğunu, hayır demeyi ve bilmediğim ama onlardan öğreneceğim bir çok şeyi.
Ve ben; hepsiyle gurur duyuyorum, tüm sevdikleri, bildikleri şeyler için. Kendimle gurur duyuyorum, böyle yolculara eşlik ettiğim için.
Ve onlar; bu vapurda, dün, bugün, yarın... unutmadan; özlemek, aşk gibi, onu düşününce nefesinin kesilmesi demekmiş...
Özlenen şahane dostlara sevgilerle...